...aydınlık bir gün.
Güneş ışıl ışıl parlıyor her yanda. Huzurlu görünen bir yerdeyim. Beyaz renk ağırlıklı. Tertemiz her yer.
Yavaş yavaş yürüyorum uzun bir balkon boyunca. Demir korkuluklarla çevrili. Devam ediyorum ilerlemeye.
Duvarda keyifli resimler. Çamaşır makineleri var etrafta. Neden diye sormuyor insan, üzerindeki tabakları görünce. Belli ki yemek masası olarak da kullanılıyor. "Kimin bu ev?" diyorum. Kimse yok.
Tabakların üzerine başka bir tabak kapalı. İki tabak arasında bir şey var. Tabaklar ıslak. Sular biraz daha artarak damlıyor etrafından. Üç, dört tane daha var böyle tabaklardan.
Sonra kayıyor bir tanesi açılıyor tabaklar...
Kesik bir kafa,gözleri bana bakan. Manasız. Belli ki sadece bakıyor. Görmüyor.
Ama irkiliyorum. Kafamı kaldırıyorum. Yanımda biri var. Tebessüm ediyor bana.
Tabağın yanındaki telefonum çalmaya başlıyor. Ne zaman koymuştum ki oraya?
Ekranına bakıyorum. Bulutlu ama mavi bir gökyüzü arıyor beni. Diyorum ki "Arıyor!"
"Kim?" diye sormuyor yanımdaki ama ben cevap veriyorum; "Tabaktaki kafanın sahibi."
Ama nasıl olur. Ölü o? Nereden arıyor? Nasıl arar? Çalıyor telefon.
Açıyorum. Ses yok. "Alo" diyorum. Hissediyorum orada. Korkuyorum, hiç hatırlamadığım kadar.
Sonra uyanıyorum yine, ağlayarak. Kalbim ağzımda atıyor. Nefes nefeseyim.
Bir süredir aralıklarla görüyorum bu rüyayı.
Uyanmak güzel.
Zira arayanı duyup uyanamamak da var.